İzleyiciler

3 Mart 2010 Çarşamba

dünyanın en uzun yazısı, avrupa izlenimleri

öncelikle blog yazma işi çok zevkli bir şey, tabi yazacak bir şeylerin olduğu sürece. uzun süredir yazacak bir şeyim yoktu, aslında vardı. yazsam mı yazmasam mı bilemedim, en sonunda yazmaya karar verdim. evet bu yazımda bu kararsız kaldığım şeyi anlatıcam. "bu yazım" kısmı çok yazar havası verdi değil mi? çok tırtoyum aslında boşverin. neyse, konumuza dönelim. efenim 2010 güzel geçecek demiştik, gaza gelmiştik. bu sefer boşa gitmeyecek gibi :)

eylül ayında bir anlık gazla ortaya atılan ve gerçekleşen avrupa turumuzu anlatmak istiyorum. evet gazımız eylül ayında "barış'ın avrupa'ya gitmeye ne dersin?" sorusuna, "oha" şeklinde verdiğim cevapla başlamıştı. daha sonra "hell yeah" dedim, annemlere sordum "olur" dediler. her şey 10 dakika içinde gerçekleşti. zaten "düşüneyim bakeyim bi yeæ" dendiği zaman yalan oluyor bu tarz şeyler. anlık olacak. 22 yılda ne öğrendin diye sorarsanız; aha bi önceki söylediğimi öğrendim hayatım boyunca. neyse biletimizi aldık ve süreç başladı. zorlu bir süreç oldu bizim için, oturmak dışında fazla bir şey yapmayan bizim gibi bünyeler için çok zorlu dönemeçlere girdik. pasaport almak, bilet almak, hostel ayarlamak, vize çıkarttırmak gibi binlerce ıvır zıvır iş oldu. hepsinin üstesinden başarıyla geldik. özellikle vize süreci çok yıpratıcı oldu, son günlere kalmış olması, çıkmama ihtimali ve eğer ki çıkmama durumu gerçekleşirse bütün masrafların hayvanlar gibi elde patlama ihtimali, aileden gelecek tepkiler bünyedeki stresi coşturdu. ama vizenin çıktığı haberini alır almaz da bünye huzurla doldu ve 26 ocağı bekledi.

peki nedir bu 26 ocağın özelliği? bi bok değildir dostlar. bizim uçağın kalkış tarihi, dolayısıyla benim ilk kez uçağa bindiğim gün. başka da bi özelliği yok. 26 ocakta kalkan uçak 27 ocakta köln'e indi. uçak çok dandikti yeæ, yol bir gün sürdü. saçmalığın doruk noktalarında dolanırken, şunu eklemek istiyorum, uçak yolculuğu çok garip bir şeymiş. neyse.. efenim oranın saatiyle 2 sularında uçaktan indik ve bir diğer yolculuğumuz olan berlin yolculuğu için beklemeye başladık. gece vakti kimsecikler olmadığından, 5 sap gidip oturduk sabaha kadar boş boş. uyuyamadık da. low cost firmalarından uçak biletleri aldığımızdan hep skko saatlerdeydi uçak biletleri doğal olarak, bu da saat 6.45 uçağı idi. neyse, gereksiz detaylar verdim, geçelim buraları. saat 8.30 da berlin schonefeld havalimanına indik. her havalimanı gibi bu da şehir dışında doğal olarak. daha körpecik olduğumuz için, şehir merkezine nasıl gideceğimizi çözemedik ve yanlış trene bindik! tam ters yöne giden trene bindiğimizi kondüktör kadın anlatsa da biz anlayamadık, allahtan bir genç bize söyledi. öbür tarafa giden tren falan fişmekan diye de, doğrusuna bindik gittik. ama daha sonraki duraklarımızda her yeri elimizle koymuş gibi bulduk, e insan tecrübeleniyo tabi yaşadıkça. neyse efenim. berlin'in ne kadar soğuk olduğundan bahsetmek için "-15" derece demem yeterli olur sanırım. nehrin donmuş olduğunu da eklersem berlin ile ilgili söyleceklerimi bitirmiş olurum. evet berlin'i hiç sevmedik, çünkü gezemedik. geçiş oldu, dinlendik. iyi oldu yine de. ertesi gün yine skko bir saat olan.. yok lan bu skko değildi 8.30 idi, paris uçağına bindik. paris orly havalimanında indik. git gide tecrübeleniyorduk. bu sefer yanlış yöne giden trene binmedik, doğru yöne bindik, ama bulasıya kadar biraz kıçımız çıktı. hostelimize yakın olan gare de lyon durağında inip hostelimizi bulduk. gare de lyon da indiğimiz gibi paris'in ne kadar mükemmel bir şehir olduğu, nelerle karşılaşacağımızı anlamış olduk. paris'e girdiğimiz ilk saniyeden dönüş uçağımıza kadar sürekli şaşkınlık içerisinde gezdim, sürekli "oha" diyordum. ben hayatımda böyle bir şehir görmemiştim. e gördüğüm şehirleri sayarsak; manisa, izmir, istanbul, berlin(pek gördük denemez). dolayısıyla öyle bir şaşkınlık benim için çok doğaldı. neyse efenim çok dağılıyorum, anlatçak çok şey var. organize edemiyorum, e tabi amatörlük. bak yine dağıttım mesela. paris'te ilk gün notre d'amme ve louvre'u gezdik. aralarındaki mesafeyi de full yürüdük. ayrıca belediye binasını da gördük. iyi ki yürümüşüz, gerçekten hayran kalıyor insan. notre d'amme gotikliğin tavan yaptığı bir katedral. inanılmaz güzel görüntüsü var. içi de bir o kadar etkileyici. ağzım açık gezdim. oradan louvre a geçtik, louvre inanılmaz büyük. 1.5 saat yürüdük ve haritasından baktığımız kadarıyla %1'i bile bitmemişti. daha sonra olmayacağını anladık ve mona lisa'ya bakıp transit şekilde çıkışa yöneldik. bizim gibi sanattan anlamayanlar için pek fazla bir şey ifade etmiyor tabi. oradan belediye binasına yani hotel de ville e geçtik. insanın encümen olası geliyor. böyle bir bina yok. bizim saray lara benzer bir mimari ama belediye binası. oha dedik, oha yı hep dedik. sürekli aradan aradan bina fışkırdı, "lan bu bina nerden çıktı?" soruları sel oldu, aktı.. bu arada paris kafeleri inanılmaz güzel. en kötü, en leş gibi gözüken (ki öyle bir şey yok) kafeleri bile bizim buradaki kafelerden 20-30 kat daha güzeldir. çok net söylüyorum. ertesi güne erken başladık. fransız patisserie sinde croissant eşliğinde güzel bir kahvaltı ardından tekrar yola koyulduk. hedef önce les invalides, ordan eiffel daha sonra champs-ellysee(şanzelize) ye gitmekti. dolayısıyla arc de triumph u da görecektik. les invalides(fotoğraf) dediğimiz şey ordu müzesi gibi bir şeymiş. napoleone nin de mezarı varmış falan ama biz pinti olduğumuz için dışarıdan bakındık, biraz vakit harcayıp eiffel e geçtik. eiffel e giderken sokaklar direk değişti zaten, bariz zengin yerleşim oralar. ara sokakları hep filmlerde gördüğümüz gibiymiş. eiffel e giderken oradaki park biraz çamurmuş. bu durum tabi hoşumuza gitmedi, hemen belediyeyi aradık. dedik ki "niye parklarınız çamur, bu ne biçim yönetim!", onlar da bir şeyler dedi ama anlaşamadık tabi. kapattık çıktık. eiffel önünde klasik fotoğraflarımızı çekilip yolumuza devam ettik. orada zencilerle kaynaştık, korkumuzdan bol bol eiffel anahtarlığı aldık kendilerinden. arayı iyi tutmak lazım. buradan şanzelize ye geçtik, şanzelize ve arc de triumph da beklediğimizden farklı değildi. şanzelize gerçekten çok karizmatik, "şanzelize varken, istiklal falan yalan yeæ" diyenlere uyuz olurdum, artık ben de onlardanım. ordan yürüye yürüye evimize yurdumuza, dandik hostelimize döndük. yollarda rahat durmadık tabi, her yerde fotoğraf çekildik. en büyük atraksiyonumuz da buydu. eheh. bu arada paris'in kızları tek kelimeyle: "inanılmaz" idi. belirtmeden edemeyeceğim..
büyüleyici 2 günün ardından ayrılık vakti yaklaşmıştı. charles de gaulle tam olarak bilmemekle birlikte, sanırım avrupa'nın en büyük 2. havalimanı imiş ve bizim uçağımız da oradan kalkacak idi. bu havalimanı da şehrin en dışının dışında bir yerde imiş. oraya gidişimiz dünyanın en bala göte olayı oldu. şöyle diyim, tanrı bizi zencilerden korudu. bu avrupanın en büyük 2. havalimanı da avrupa nın en rezil havalimanlarından biriymiş. sabaha kadar kıçımız donarak uyumaya çalıştık rezil koltuklar üstünde, daha sonra da zorla check-in yerimizi bulduk. çok kötüydü. şikayet ettik orayı da, ama yine anlaşamadık. olan kontörlere oldu.. paris de bitti, sıra madrid'e geldi. hayatımdaki en büyük uktelerden biri idi madrid. geçen sene içimde patlayan erasmus başvurum sonrasında, belki de en çok görmek istediğim yerlerden biri idi. başta planımıza dahil değildi, zorla dahil ettirdim. iyi ki de ettirmişim. en güzel 2.hostelimiz madrid'teki idi. zaten fotoğraflardan da çok beğenmiştik. gidince de teyit etmiş olduk. hostele yerleştikten sonra yine yürümeye başladık. tabi burada hosteli direk elimizle koymuş gibi bulduk, öğrendiğim ispanyolca da işime yaradı bahaneyle. ilk gün palacio del real, puerta del sol, plaza mayor u gördük. çok sevimli bir şehir madrid. insanları sevimli, sevecen. ama çok boşlar arkadaş! siesta ayağına bütün gün uyuyorlar, pazar günleri de çalışmıyorlar zaten. bizden beterler. neyse. ilk gün uykusuzluğun etkisiyle erken yattık ama cumartesi akşamları mutlaka görülmeli madrid'in. festival havası var bildiğin. insanlar akıyor. gece hayatı önemli bir yer kaplıyor onlar için. ama biz katılamadık, çünkü ölüyorduk uykusuzluktan. ertesi gün zinde bir şekilde erkenden kalkıp, güzel bir kahvaltının ardından parque del retiro, vicente calderon, puerta dol sol civarındaki çarşıları gezdik. parque del retiro klasik bir park. ispanyolların ne kadar boş olduğunun kanıtları parque del retiro da idi.(aşağıdaki fotoğraf) orada sıraya bu tarz adamlar vardı. biri kızılderili olmuş, biri darth vader. biri spider-man kostümü giymiş falan. adamlar çok boş. çok da komik. parque del retiro baya bi vaktimizi aldı. oradan hostele döndük, biz emre ile atletico madrid maçına geçtik. iyi ki de geçmişiz. o da en çok istediğim şeylerden biri idi. her ne kadar atletico yu da kurutmuş olsam da maç izlemiş olmamız kayda değer bir şey idi. maçtan sonra da bir bara geçtik. samimi bir ortam yakaladık. sangria tattık, tapas ın ne menem bir şey olduğunu öğrendik. bu arada buradan size tavsiye, lan bu tapas neymiş demeyin, denemeyin. meze. bildiğin meze. peynir falan doğruyorsun, aha işte o. çok saçma lan. neyse. sangria da güzel bir şey. onu mutlaka deneyin. ertesi gün de amaç barnabeu taraflarını dolaşmak idi. calderon u görmüşüz, barnabeu yu görmemek olmaz dedik, yardırdık. hakkaten yardırdık, çok uzakmış. bilemedik.. bildiğin manisa-izmir arasını gittik herhalde. yok lan madrid küçük şehir zaten, ama git gel bulmuşuzdur o kadar yol. o taraflar bildiğin buranın etiler'i. çehre direk değişti zaten. alışveriş merkezleri, insanların giyinişleri, binalar falan. aha dedim biz buraya yakışmıyoruz arkadaş. koskoca bir alışveriş merkezine, ki akmerkez den daha lüks, insanları da oranınkilerle bir tutabilirsiniz, girip makineden birer snickers alıp çıkmış insanlarız. fakirlik diz boyu. türk olduğumuzu sadece burada göstermedik elbette, stadın önünde bağırıp çağırdık. hayvanlar gibi taraftar idik. kanıtı altta. stad çok büyükmüş. onu fark ettik bu arada. ama madrid genel olarak çok güzel ve düzenli. keşke kazanıp gidebilseymişim. içimdeki o ukteden kurtulmuş olmam da çok iyi oldu. e tabi madrid de bulunduğum süre içinde ders de seçmem gerekliydi. onu bile hallettim lan. çok ballıydım bu süreçte. evet evet. ama ispanyol insanlarını sevdim genel olarak, gerçi madrid'de genel olarak güney amerikalı ve uzak doğulu vardı. has ispanyollardı bir de, aslında çirkin insanlar, pek güzel değiller ama sevimlilikleriyle kurtarıyorlar. eheh. barcelona ve amsterdam'ı başka bir postta inceleyeyim bari. yazı çok uzun oldu. bütün yazıyı okuyanlara özel ödül var.

17 yorum:

  1. Ahanda okuyup bitirdim Avni Efendi, ödülü paketle kargoya ver yorma beni oralara kadar.

    YanıtlaSil
  2. lan bu yıl ki kitabımı okudum. Güzel yazı. Kontürlere üzüldüm.Paris iyidir. Madrid ve Barçi'de yapılcak seyleri biraz daha detaylı anlat janem. Kaldıgın hostel adıdır falan...Faydalanak :)

    YanıtlaSil
  3. İnstagramda, belli başlı büyük sayfaların paylaşımları altında "türkiyenin en uzun biyografisine sahibim " sloganıyla insanlarda merak uyandırıp sayfasına yönlendiren , ve merakına yenilip biyografiyi inceleyenlerin biyografiyi okuduktan sonra kafalarında tatsız bir anla m oluşmasına sebep olan kardeşim sana söylenecek hiç bir şey yok.. Ulan resmen blöf yazısını geçtim altındaki yorumlarla beraber kopyalayıp yapıştırmıssın 😆😆

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Birincisi Bunu okurken geberdim ikincisi Yemin ederim hiçbir şey anlamadım hiçbir işe yaramadı:/

      Sil
  4. okudum ve dünyanın en zeki indanı oldum

    YanıtlaSil

falan filan