İzleyiciler

23 Mart 2010 Salı

chandler bing


bu adamı kendime çok benzetiyorum. tabi usta işi iğnelemeleri, yaptığı esprileri falan kenara atarsak. kendine güveni açısından ya da karşı cinsle olan halinden ötürü olsa gerek. karakter analizine girmiyorum, içinden çıkamam. neyse bu post u yazmamın sebebine geleyim, dün akşam yine friends'in bir bölümünü izler iken tam beni anlattığını düşündüğüm bir diyalog ve replik çok hoşuma gitti, onu paylaşayım istedim.

bunlar konpile ross'un eski eşinin lezbiyen düğününe giderler ve ortamda dolayısıyla minyonlarca lezbiyen bulunmakta.

joey: this seems so futile.
joey: you know. all these women.. and nothing..
joey: i feel like superman without my powers, you know.
joey: i have the cape and yet i cannot fly.
chandler: well you, now understand how i feel every single day.
chandler: world, is my lesbian wedding.

21 Mart 2010 Pazar

eheh

hayatta hiçbir şeyden keyif almıyorum bir bahar akşamüstü, ıssız bir yolda bağıra bağıra şarkı söylemekten aldığım keyif kadar. hele de o bağıra bağıra söylediğiniz şarkı şu ise;

şu

5 Mart 2010 Cuma

izlenimler vol.2

merhaba, yine uzun bir yazıyla karşınızdayım. kendimi yazar gibi hissediyorum böyle diyince :) ihihi. en son madrid'i anlatmıştım, yarıda kalmışım. şimdiki durağımız barcelona. barcelona'yı anlatmaya başlamadan önce madrid'deki hostelimizin ismini söyleyeyim merak edenler için; "hostel luis velez de guevara". zaten genel olarak hostellere bulundukları sokakların isimlerini vermişler. fiyat/performans oranı en iyi hostel idi. 13 euro gecelikle kalmıştık madrid'de. bu bilgimizden sonra gönül rahatlığıyla barcelona'ya geçebiliriz. ilk olarak madrid-barcelona yolculuğumuzdan bahsetmezsem olmaz. en ucuz biletimiz idi madrid-barcelona, ama başımıza geleceklerden habersizdik.. 10 euro'ya almıştık bileti. evet sadece 10 euro idi. varan 1 olarak uçak yarım saat rötar yaptı, ki tek rötar yapan uçağımız bu idi. ryanair kalitesine güvenmiştik oysa ki, ne hayallerimiz vardı.. neyse vakti geldi bindik uçağa ama gelin görün ki madrid'den bir sürü teyze kalkmış barcelona'ya güne gidiyordu. allahım nasıl gürültü, nasıl bir çene var ispanyollarda. bir tane de semra hanıma benzeyen ispanyol teyzesi vardı ki sormayın dostlar. kadın bütün uçağı tanıyordu, büyük ihtimal uçağın sahibi o idi. herkese laf attı, herkesle muhabbet etti. ispanyolca bilsek bizle de konuşurdu, bi şansını denedi "hastir ulea" deyince biz önce bir güldü; ters bakışlarımızı sürdürünce kaçtı. böylece yırtmış olduk, ama en büyük fiyasko bu değildi. ineceğimiz havalimanı girona olarak görünmekteydi, ben girona ismini bir yerlerden hatırlıyordum fakat kıllanmamı gerektirecek kadar bir hatıra yoktu beynimde. şöyle söyleyeyim, barcelona madrid'in kuzeydoğusunda ve barcelona kıyı şehri. yani yönümüze göre bizim sağımızda deniz gözükmesi lazımdı. hiç göremedik o denizi.. vay biz nereden bilelim, girona katalunya nın başka bir şehri imiş. barcelona'ya 82 km uzaklıkta. bunu öğrendiğimizdeki surat ifademiz paha biçilemezdi, 10 euro dan kesinlikle daha değerliydi.. neyse dedik ucuza geldik zaten olsun o kadar, 13 euro verip şehir merkezine gittik. tabi uçağa 10 euro verip otobüse 13 euro vermek insana koyuyor ama ne yaparsın. sağ salim şehir merkezine inebildik, direk barcelona'nın güzelliğini hissettik indiğimiz gibi. hostelimizin ismi "hostel residencia erasmus-gracia" idi. tarifi okuyup elimizle koymuş gibi yeri bulduk diyecektim ama bulamadık. biraz döndük, barcelona inanılmaz düzenli bir şehir ama yine de zor bulduk. dışardan dümdüz bir bina olarak gözüken bu hostel, içine girince bambaşka bir hal aldı. bildiğin hotel gibiydi. 3 gecelik 40 euro verdik ama son kuruşuna kadar değdi, hatta daha fazlasını hak ediyordu. balkonumuz bile vardı. daha ne olsun.. neyse, ne diyoduk. ha, barcelona inanılmaz düzenli. simcity de yapılmış gibi. turizm sayesinde şehir gelişmiş bir durumda. bu arada hostelimiz biraz merkeze uzak, 2 km falan vardı herhalde. ama yürünüyor, yürümesi de çok zevkli oluyor. biz yürüme olayını her ne kadar biraz abartmış olsak da.. neyse dağılmayalım, ilk gün eşyaları bırakıp biraz dinlendikten sonra katalunya meydanına inip oradan da la rambla ya geçip dolandık. rambla caddesi gerçekten çok güzel. tatil beldesinde gibi hissediyor insan kendini, şubatta olmamıza rağmen. ilk gün pek gezemedik çünkü geç bir vakitte indik şehre. akşam da hostele yakın, öğrenci yeri olduğunu düşündüğümüz bir yerde takıldık. 5 erkek girip, 2 kızı masasından ettik. ispanya'da erkeklere değer veriliyor. burada olsa direk yer yok denip paketlenirdik. ama bu mekandan önce başka bir yerde yemek yedik. tapas konusunda şansımı zorladım, ve tacos de queso manchego isimli bir şey söyledim. gelen şey ise beni çok mutlu etti, kahvaltılık olarak doğranmış peynirler. evet sadece peynir geldi. surat ifademi görenler söyleyebilir. ağlamaklı oldum. ilk gün yine yorgunluktan dolayı erken yattık ve ertesi güne zinde uyandık. hostel görevlisinden aldığımız tüyolarla ilk olarak gezimize parc güell ile başladık. bize yakın olduğundan ilk durağımız orası oldu. parc güell çok güzel bir park olmakla birlikte gaudi nin bir adet müzesi bulunmakta. park içinde gaudi nin garip, saçma sapan yapıları mevcut. -gördüğünüz fotoğraf da park girişinden bir kuple-
barcelona'nın en yüksek yerlerinden biri bu park ve şehir manzarası var. güzel de bir manzara. mutlaka görülmeli. yarım saat kadar vakit geçirdikten sonra buradan şehir merkezine, la sagrada familia ya doğru yola çıktık daha doğrusu yardırdık. zira baya bi uzak şehir merkezine. la sagrada familia görebileceğiniz en büyük mimari yapılardan biri. gereksiz büyük ve yaklaşık 110 yıldır falan yapılmakta hala daha bitmemiş yani. hayır bitirilemeyecek neyi var anlamadık, resmen ispanyolların tembelliği. koskoca vinçler vardı üstünde, tek tel taşıyorlardı. lan olm elinde taşırsın onları. neyse, ama çok güzel bir yapı allah için. kesinlikle görülmesi gereken bir başka yer. içine girmedik tabi pinti olduğumuzdan. çok vakit harcamadık dolayısıyla burada. buradan da kıyı şeridine doğru yürümeye başladık, yol üstünde de birçok yer gördük. kıyı şeridine yaklaştıkça şehir daha da güzelleşti. bir şehir düşünün, tatil beldesi çeşme bodrum gibi. bir de katalanlar çok güzel insanlar, gerçekten güzeller. zaten ispanyollar genel olarak sevimli, demiştim. katalanlar güzellik de katmışlar bu işin içine. bağyanlardan bahsediyorum tabi ki. modern de bir şehir barcelona. güvenlik olarak biraz can sıkıcı diye duyumlar aldım türkiye'ye döndükten sonra fakat, gerçi biz 5 sap olduğumuzdan da olabilir, hiçbir problem yaşamadık. sokaklar boş, güvenli gözüküyordu. tam yaşanılası bir şehir. keşke manisa yerine barcelona'da doğsaymışım. neyse bu kısmı geçiştirdiğimize göre kıyı şeridinden bahsedebilirim artık. kıyı şeridi, marina, akvaryum gibi tesislerden oluşuyor. yat limanı gerçekten çok fazla güzellik katmış. hatta kıyıda world trade center diye bir yer de vardı bir de hotel falan da vardı. plajları falan da görseydik baya güzel olurdu aslında da nedense çok vakit bulamadık. kıyı şeridi beni büyüledi. en güzel manzara orasıydı. kendimi kordonda gibi hissettim ama kordondan kat be kat daha güzel bir yer. baya bir vakit geçirdik kıyıda. daha sonra klasik la rambla caddesine girip paella deneme niyetiyle bir yere oturduk. ancak ordaki gencoların amacının paella yerine başka şeyler yedirmek olduğunu anlayınca hemen kalkıp oradan hızlı şekilde uzaklaştık. demek ki kazıklamak sadece türklere özgü bir şey değilmiş bunu öğrendik, ufkumuz genişledi. oradan kaçtık, samimi bir yerin ilanını gördük. oturduk ucuza pizza yedik kola içtik, yöresel şatlarından tattık. (evet ben de tattım, güzeldi) beğendik. oradan yine kalktık, ucuz yollu eğlence yolları bakındık, dedik ki biz yine öğrenci mekanı bulalım orada takılalım. bir adet samimi bar bulduk. adı el nada idi sanırsam. adam çok samimi idi. gelin kankalar modundaydı, hatta icetea isteyince ahahaha şeklinde koptu. utandım, ama o icetea yi içtim. ilginç bir şey daha var, ispanya'da şeftalili icetea yoktu arkadaş. ayrıca icetea değil nestea vardı. tamam nestea anlaşma olabilir ama şeftali niye yok? bunu ispanya hükümetine danışmak lazım. neyse çok dağılmadan toparlayayım; oradan da başka bir mekana geçtik. burada tek bir hanım kızımız çalışmaktaydı. biz gittiğimizde saat 12.30 idi ve toplamda 4 kız 3 erkek vardı biz gittiğimizde. tabi bizden sonra oran darmadağın oldu. yetmedi, bizden sonra 4 erkek daha geldi. daha sonra da kızların hepsi gitti, sadece barı işleten hanım kız ve 9 erkek kaldık. ortamı görmeliydiniz. biz 5 türk, onlar türkçe anlamıyor. nasıl muhabbetler dönüyor. anlatmayayım, ama çok eğlendim aynı oranda kendimden utandım. lan dedim nasıl insanlarız. neyse tiksindirmeden burayı geçeyim, yeni güne yağmurla uyandık. çok üzüldük :( çünkü hedefimiz nou camp ve oradan da espana meydanına geçip, görmediğimiz kıyı şeridini görmek idi. yağmur fena yağıyordu, o yüzden sadece nou camp ı görüp (yağmurda ne kadar görmek denirse artık) odaya dönmek zorunda kaldık. baltalandık resmen :( neyse. akşamına yemeğimizi yedik ve erken yattık. zira 4 te kalkmamız gerekiyordu yine. hostelden rica ederek sabah 4 için taksi çağırttık. taksi ile birlikte havaalanına doğru yola çıktık. her şey güzel gidiyordu, bu sefer şehir içine gidiyorduk ama bir sorun vardı: taksimetre akıyordu! resmen bozulmuştu, bu kadar hızlı atan bir taksimetre görmedim ben yarabbim! korktuk.. havaalanına yaklaştığımızda 34 euro yu gördüğümüzde "oh, neyse" demiştim ancak ne olduysa inerken oldu. taksici bir tuşa bastı ve ücreti sorduğumuzda 50 euro dedi. biz buna "turist ..me" tuşu dedik. evet bir anda 15 euro attı. ama allahtan 5 kişi olunca çok koymuyo, zaten biz gözden 20 euroları çıkarmıştık kişi başı. bunu da böyle atlattıktan sonra amsterdam yolculuğunu beklemeye koyulduk. vakit gelip çatmıştı ve barcelona'dan da ayrılmıştık. 2.5 saatlik bir yolculuğun ardından amsterdam'a indik. saat 9 civarıydı yanılmıyorsam. daha sonra ebesinin gözü olan havaalanından trene binip şehir merkezine indik ve oradan da tramvaya atlayarak hosteli bulduk. aklımda kalan tek şey bir zencinin "ben zenciyim bana yer ver" diyip barışı yerinden kaldırması oldu. ne dediğini anlamadık tam olarak ama büyük ihtimal böyle bir şeylerdi.. şehir çok küçük bu arada. yürüyerek de gidebilirmişiz. neyse gittikten sonra klasik hostelci davranışı olan "oda hazır değil 12 de hazır olur" cevabını aldık. boş boş çıktık önce kahvaltı yapalım dedik, bir adet pastaneye oturduk, peynirli bir şey söyledik. adamlarda binlerce çeşit peynir var ve yediğimiz bir poğaça peynirli idi. öyle iğrenç bir peynirdi ki anlatamam. ancak olayı hatırlanır kılan ise üzümcünün tepkisi idi: "olm bu poğaçanın içine bişey koymuş olmasınlar lan!" ilahi.. neyse burdan kalkıp sokaklarında boş boş dolanmalara başladık. amsterdam da paris gibi böyle kanal, köprü falan. o yüzden çok güzel bir mimari mevcut yine. evlerde hafif yamuk yılıklık var ama özellikle yapılmış tabi ki. adamlar inanılmaz rahat bir yaşantı sürüyor. çok çok çok fazla bisiklet kullanımı var, hatta araba hiç kullanılmıyor neredeyse. bisiklet trafiği daha yoğun. bisiklet yolları araba yolları kadar belirgin ve düzgün. otobüs kullanılmıyor. sadece tramvay. zaten amsterdam bana hitap etmediği için pek istekli ve hevesli değildim amsterdam'ı gezme konusunda. öyle boş dolanmayı her zaman için daha çok severim. gündüzleri daha çok severim ama amsterdam o tarz bir yer değil. yaşlanmışım lan. neyse, ilk gün genel olarak çarşı pazar gezme üzerine, keşife dayalı idi. gezdik ve 4-5 gibi odaya dönüp dinlendik. akşam da çıkıp burger king de başka yerde olmayan menülerini tattık. jalapeno-peynir li bir menü vardı. tavsiye ederim. onu yedikten sonra centraal in oralara aktık, centraal tren, tramvay genel istasyonu adından anlaşılabileceği üzere. orası merkez sayılabilir, aslında haritaya bakıldığında en kuzey olarak gözüküyor. oralarda birkaç mekan bakındık. bulldog diye meşhur bir coffeshop varmış. oturduk. denemeler yapıldı. amsterdama gelmişken kaçınılmazdı bu denemeler. daha sonra bir bara gittik. belki de gitmedik, hatırlamıyorum. ama odaya erken dönüp yattık ilk gün. klasik yolculuk ertesi yorgunluğu. ertesi gün, uçak bavul ağırlık sınırından ekleme yapamadığımız için hediye alamamamızın acısını çıkarmak üzere deliler gibi hediyelik eşya bakındık. bütün günümüzü ona ayırdık. çarşıda gezdik. akşama bu sefer subway e girdik yemek için, oradan da yeni bir yer keşfettik aslında insanların orada takıldığını öğrendik, oraya gidelim dedik. nitekim gittik bir barda takıldık orada. biz gittiğimizde ortam şen şakraktı, kızlar falan. biz gittikten sonra bütün kızlar bardan çıktı ve alabildiğine erkek geldi. böyle bir özelliğimiz var bizim. gittiğimiz yeri kurutuyoruz. neyse oradan biz barışla erken çıktık yaşlılar olarak. üzüm-emre-candaş üçlüsü diskoya geçti. onların maceraları da var. ama buraya yazmak olmaz şimdi. (eheh) biz barışla gidip trt 2deki ressam amcanın çizimlerini, beetle juice i izledik. sanat dolu bir gece geçirdik amsterdam da. çok saçma. neyse. ertesi gün yine kalkıp "i amsterdam" yazısını bulmaya kararlı bir şekilde yola çıktık. tek hedefimiz o idi. i amsterdam ı bulmaya çalışırken baya güzel yerler gördük, meğersem bizim güneyimiz olan amsterdamın o bölümü çok daha güzelmiş. rijks museum un önüymüş bu "i amsterdam" yazısı da. o okları takip ederek yürüdük. yolda bol bol fotoğraf çekildik (allahım çok çılgın bu adamlar). nihayet rijks museum u ve "i amsterdam" ı bulduk ve terbiyesiz fotoları çektirdik, tek amacım "am" yazısını kullanarak foto çekilmekti. nitekim çekildik de.. ahlaksızca fotoğraflarımızı çekildik allahtan oradakiler türk değildi de ne bok yediğimizi bilmiyorlardı. tek amacım bu idi amsterdam a dair. bunu gerçekleştirmiş olmanın verdiği mutluluk ile hadi odamıza gidelim dedim. yola koyulduk, o sırada üzümcü yıllardır görmediği dayısını gördü, bizi takip etti. tineri bitmiş galiba. son gün biraz buruk, yorgun geçti. zira 10 gün boyunca bünyenin sınırlarını zorlamıştık, yersiz yurtsuz dolaşmıştık. bu sahipsizlik biraz yormaya ve insanı sıkmaya başlamıştı. 13 gün tam kararında oldu bizim için. dönüş yolunu sabırsızlıkla beklemeye başlamıştım bir bakıma. o gün de bitti atraksiyonsuz bir şekilde. tekrar dinlenmeye koyulduk ve ertesi günkü mükemmel otobüs yolculuğumuzu bekledik. otobüs yolculuğumuzu başka bir postta ele almak istiyorum çünkü o başlı başına bir macera. (böyle diyeyim de merak katsayısını artırayım) yok lan çok tırto. yine çok uzun oldu. yetsin burada. öptüm hepinizi yanaklardan.

3 Mart 2010 Çarşamba

dünyanın en uzun yazısı, avrupa izlenimleri

öncelikle blog yazma işi çok zevkli bir şey, tabi yazacak bir şeylerin olduğu sürece. uzun süredir yazacak bir şeyim yoktu, aslında vardı. yazsam mı yazmasam mı bilemedim, en sonunda yazmaya karar verdim. evet bu yazımda bu kararsız kaldığım şeyi anlatıcam. "bu yazım" kısmı çok yazar havası verdi değil mi? çok tırtoyum aslında boşverin. neyse, konumuza dönelim. efenim 2010 güzel geçecek demiştik, gaza gelmiştik. bu sefer boşa gitmeyecek gibi :)

eylül ayında bir anlık gazla ortaya atılan ve gerçekleşen avrupa turumuzu anlatmak istiyorum. evet gazımız eylül ayında "barış'ın avrupa'ya gitmeye ne dersin?" sorusuna, "oha" şeklinde verdiğim cevapla başlamıştı. daha sonra "hell yeah" dedim, annemlere sordum "olur" dediler. her şey 10 dakika içinde gerçekleşti. zaten "düşüneyim bakeyim bi yeæ" dendiği zaman yalan oluyor bu tarz şeyler. anlık olacak. 22 yılda ne öğrendin diye sorarsanız; aha bi önceki söylediğimi öğrendim hayatım boyunca. neyse biletimizi aldık ve süreç başladı. zorlu bir süreç oldu bizim için, oturmak dışında fazla bir şey yapmayan bizim gibi bünyeler için çok zorlu dönemeçlere girdik. pasaport almak, bilet almak, hostel ayarlamak, vize çıkarttırmak gibi binlerce ıvır zıvır iş oldu. hepsinin üstesinden başarıyla geldik. özellikle vize süreci çok yıpratıcı oldu, son günlere kalmış olması, çıkmama ihtimali ve eğer ki çıkmama durumu gerçekleşirse bütün masrafların hayvanlar gibi elde patlama ihtimali, aileden gelecek tepkiler bünyedeki stresi coşturdu. ama vizenin çıktığı haberini alır almaz da bünye huzurla doldu ve 26 ocağı bekledi.

peki nedir bu 26 ocağın özelliği? bi bok değildir dostlar. bizim uçağın kalkış tarihi, dolayısıyla benim ilk kez uçağa bindiğim gün. başka da bi özelliği yok. 26 ocakta kalkan uçak 27 ocakta köln'e indi. uçak çok dandikti yeæ, yol bir gün sürdü. saçmalığın doruk noktalarında dolanırken, şunu eklemek istiyorum, uçak yolculuğu çok garip bir şeymiş. neyse.. efenim oranın saatiyle 2 sularında uçaktan indik ve bir diğer yolculuğumuz olan berlin yolculuğu için beklemeye başladık. gece vakti kimsecikler olmadığından, 5 sap gidip oturduk sabaha kadar boş boş. uyuyamadık da. low cost firmalarından uçak biletleri aldığımızdan hep skko saatlerdeydi uçak biletleri doğal olarak, bu da saat 6.45 uçağı idi. neyse, gereksiz detaylar verdim, geçelim buraları. saat 8.30 da berlin schonefeld havalimanına indik. her havalimanı gibi bu da şehir dışında doğal olarak. daha körpecik olduğumuz için, şehir merkezine nasıl gideceğimizi çözemedik ve yanlış trene bindik! tam ters yöne giden trene bindiğimizi kondüktör kadın anlatsa da biz anlayamadık, allahtan bir genç bize söyledi. öbür tarafa giden tren falan fişmekan diye de, doğrusuna bindik gittik. ama daha sonraki duraklarımızda her yeri elimizle koymuş gibi bulduk, e insan tecrübeleniyo tabi yaşadıkça. neyse efenim. berlin'in ne kadar soğuk olduğundan bahsetmek için "-15" derece demem yeterli olur sanırım. nehrin donmuş olduğunu da eklersem berlin ile ilgili söyleceklerimi bitirmiş olurum. evet berlin'i hiç sevmedik, çünkü gezemedik. geçiş oldu, dinlendik. iyi oldu yine de. ertesi gün yine skko bir saat olan.. yok lan bu skko değildi 8.30 idi, paris uçağına bindik. paris orly havalimanında indik. git gide tecrübeleniyorduk. bu sefer yanlış yöne giden trene binmedik, doğru yöne bindik, ama bulasıya kadar biraz kıçımız çıktı. hostelimize yakın olan gare de lyon durağında inip hostelimizi bulduk. gare de lyon da indiğimiz gibi paris'in ne kadar mükemmel bir şehir olduğu, nelerle karşılaşacağımızı anlamış olduk. paris'e girdiğimiz ilk saniyeden dönüş uçağımıza kadar sürekli şaşkınlık içerisinde gezdim, sürekli "oha" diyordum. ben hayatımda böyle bir şehir görmemiştim. e gördüğüm şehirleri sayarsak; manisa, izmir, istanbul, berlin(pek gördük denemez). dolayısıyla öyle bir şaşkınlık benim için çok doğaldı. neyse efenim çok dağılıyorum, anlatçak çok şey var. organize edemiyorum, e tabi amatörlük. bak yine dağıttım mesela. paris'te ilk gün notre d'amme ve louvre'u gezdik. aralarındaki mesafeyi de full yürüdük. ayrıca belediye binasını da gördük. iyi ki yürümüşüz, gerçekten hayran kalıyor insan. notre d'amme gotikliğin tavan yaptığı bir katedral. inanılmaz güzel görüntüsü var. içi de bir o kadar etkileyici. ağzım açık gezdim. oradan louvre a geçtik, louvre inanılmaz büyük. 1.5 saat yürüdük ve haritasından baktığımız kadarıyla %1'i bile bitmemişti. daha sonra olmayacağını anladık ve mona lisa'ya bakıp transit şekilde çıkışa yöneldik. bizim gibi sanattan anlamayanlar için pek fazla bir şey ifade etmiyor tabi. oradan belediye binasına yani hotel de ville e geçtik. insanın encümen olası geliyor. böyle bir bina yok. bizim saray lara benzer bir mimari ama belediye binası. oha dedik, oha yı hep dedik. sürekli aradan aradan bina fışkırdı, "lan bu bina nerden çıktı?" soruları sel oldu, aktı.. bu arada paris kafeleri inanılmaz güzel. en kötü, en leş gibi gözüken (ki öyle bir şey yok) kafeleri bile bizim buradaki kafelerden 20-30 kat daha güzeldir. çok net söylüyorum. ertesi güne erken başladık. fransız patisserie sinde croissant eşliğinde güzel bir kahvaltı ardından tekrar yola koyulduk. hedef önce les invalides, ordan eiffel daha sonra champs-ellysee(şanzelize) ye gitmekti. dolayısıyla arc de triumph u da görecektik. les invalides(fotoğraf) dediğimiz şey ordu müzesi gibi bir şeymiş. napoleone nin de mezarı varmış falan ama biz pinti olduğumuz için dışarıdan bakındık, biraz vakit harcayıp eiffel e geçtik. eiffel e giderken sokaklar direk değişti zaten, bariz zengin yerleşim oralar. ara sokakları hep filmlerde gördüğümüz gibiymiş. eiffel e giderken oradaki park biraz çamurmuş. bu durum tabi hoşumuza gitmedi, hemen belediyeyi aradık. dedik ki "niye parklarınız çamur, bu ne biçim yönetim!", onlar da bir şeyler dedi ama anlaşamadık tabi. kapattık çıktık. eiffel önünde klasik fotoğraflarımızı çekilip yolumuza devam ettik. orada zencilerle kaynaştık, korkumuzdan bol bol eiffel anahtarlığı aldık kendilerinden. arayı iyi tutmak lazım. buradan şanzelize ye geçtik, şanzelize ve arc de triumph da beklediğimizden farklı değildi. şanzelize gerçekten çok karizmatik, "şanzelize varken, istiklal falan yalan yeæ" diyenlere uyuz olurdum, artık ben de onlardanım. ordan yürüye yürüye evimize yurdumuza, dandik hostelimize döndük. yollarda rahat durmadık tabi, her yerde fotoğraf çekildik. en büyük atraksiyonumuz da buydu. eheh. bu arada paris'in kızları tek kelimeyle: "inanılmaz" idi. belirtmeden edemeyeceğim..
büyüleyici 2 günün ardından ayrılık vakti yaklaşmıştı. charles de gaulle tam olarak bilmemekle birlikte, sanırım avrupa'nın en büyük 2. havalimanı imiş ve bizim uçağımız da oradan kalkacak idi. bu havalimanı da şehrin en dışının dışında bir yerde imiş. oraya gidişimiz dünyanın en bala göte olayı oldu. şöyle diyim, tanrı bizi zencilerden korudu. bu avrupanın en büyük 2. havalimanı da avrupa nın en rezil havalimanlarından biriymiş. sabaha kadar kıçımız donarak uyumaya çalıştık rezil koltuklar üstünde, daha sonra da zorla check-in yerimizi bulduk. çok kötüydü. şikayet ettik orayı da, ama yine anlaşamadık. olan kontörlere oldu.. paris de bitti, sıra madrid'e geldi. hayatımdaki en büyük uktelerden biri idi madrid. geçen sene içimde patlayan erasmus başvurum sonrasında, belki de en çok görmek istediğim yerlerden biri idi. başta planımıza dahil değildi, zorla dahil ettirdim. iyi ki de ettirmişim. en güzel 2.hostelimiz madrid'teki idi. zaten fotoğraflardan da çok beğenmiştik. gidince de teyit etmiş olduk. hostele yerleştikten sonra yine yürümeye başladık. tabi burada hosteli direk elimizle koymuş gibi bulduk, öğrendiğim ispanyolca da işime yaradı bahaneyle. ilk gün palacio del real, puerta del sol, plaza mayor u gördük. çok sevimli bir şehir madrid. insanları sevimli, sevecen. ama çok boşlar arkadaş! siesta ayağına bütün gün uyuyorlar, pazar günleri de çalışmıyorlar zaten. bizden beterler. neyse. ilk gün uykusuzluğun etkisiyle erken yattık ama cumartesi akşamları mutlaka görülmeli madrid'in. festival havası var bildiğin. insanlar akıyor. gece hayatı önemli bir yer kaplıyor onlar için. ama biz katılamadık, çünkü ölüyorduk uykusuzluktan. ertesi gün zinde bir şekilde erkenden kalkıp, güzel bir kahvaltının ardından parque del retiro, vicente calderon, puerta dol sol civarındaki çarşıları gezdik. parque del retiro klasik bir park. ispanyolların ne kadar boş olduğunun kanıtları parque del retiro da idi.(aşağıdaki fotoğraf) orada sıraya bu tarz adamlar vardı. biri kızılderili olmuş, biri darth vader. biri spider-man kostümü giymiş falan. adamlar çok boş. çok da komik. parque del retiro baya bi vaktimizi aldı. oradan hostele döndük, biz emre ile atletico madrid maçına geçtik. iyi ki de geçmişiz. o da en çok istediğim şeylerden biri idi. her ne kadar atletico yu da kurutmuş olsam da maç izlemiş olmamız kayda değer bir şey idi. maçtan sonra da bir bara geçtik. samimi bir ortam yakaladık. sangria tattık, tapas ın ne menem bir şey olduğunu öğrendik. bu arada buradan size tavsiye, lan bu tapas neymiş demeyin, denemeyin. meze. bildiğin meze. peynir falan doğruyorsun, aha işte o. çok saçma lan. neyse. sangria da güzel bir şey. onu mutlaka deneyin. ertesi gün de amaç barnabeu taraflarını dolaşmak idi. calderon u görmüşüz, barnabeu yu görmemek olmaz dedik, yardırdık. hakkaten yardırdık, çok uzakmış. bilemedik.. bildiğin manisa-izmir arasını gittik herhalde. yok lan madrid küçük şehir zaten, ama git gel bulmuşuzdur o kadar yol. o taraflar bildiğin buranın etiler'i. çehre direk değişti zaten. alışveriş merkezleri, insanların giyinişleri, binalar falan. aha dedim biz buraya yakışmıyoruz arkadaş. koskoca bir alışveriş merkezine, ki akmerkez den daha lüks, insanları da oranınkilerle bir tutabilirsiniz, girip makineden birer snickers alıp çıkmış insanlarız. fakirlik diz boyu. türk olduğumuzu sadece burada göstermedik elbette, stadın önünde bağırıp çağırdık. hayvanlar gibi taraftar idik. kanıtı altta. stad çok büyükmüş. onu fark ettik bu arada. ama madrid genel olarak çok güzel ve düzenli. keşke kazanıp gidebilseymişim. içimdeki o ukteden kurtulmuş olmam da çok iyi oldu. e tabi madrid de bulunduğum süre içinde ders de seçmem gerekliydi. onu bile hallettim lan. çok ballıydım bu süreçte. evet evet. ama ispanyol insanlarını sevdim genel olarak, gerçi madrid'de genel olarak güney amerikalı ve uzak doğulu vardı. has ispanyollardı bir de, aslında çirkin insanlar, pek güzel değiller ama sevimlilikleriyle kurtarıyorlar. eheh. barcelona ve amsterdam'ı başka bir postta inceleyeyim bari. yazı çok uzun oldu. bütün yazıyı okuyanlara özel ödül var.